Yatağımın hemen üstünde kocaman bir venedik maskeleri kanvası asılıdır yıllardır. Kendi maskelerimde kaybolduğumda bana kim olduğumu nereden geldiğimi hatırlatması için tutarım onları. Gülümser birtanesi hindir biraz; çekinir bir diğeri aşıktır içten içe. Kızgın olan uzaktan bakar; hapseder içine tüm hislerini, gözlerini kısan da en çok gece geç saatlerde yanımdadır; düşündürür beni. Küskün kederli olan ise alır götürür beni uzaklara.
Her fotoğrafın bir hikayesi vardır derler; ben kendi hikayemi buluyorum o fotoğrafta. Hayatımın değişik zaman dilimlerinin değişik hislerin bir yansıması gibi.
Okul, iş hayatı, projeler derken hep ertelemiştim Venedik tatilini. Muhteşem bir zamanlamayla karnavala denk geldiği günde gitmek nasip oldu. Her maskenin ayrı bir hikayesi, ayrı bir yaratıcısı…
Uçtuk, uçtuk… Bir şehrin sabahından bir diğerininkine gittik. Venedik’in üstünden uçtuğumuzda gün yeni ışıldıyordu. Soğuk bir Venedik sabahına iniyorduk ve havadaki güneş içimizi ısıtan tek şey gibiydi. Cep telefonun kamerasıyla uçağın camlarının yansımalarından sonra ancak bu kadar çekebildim…
Uçaktan inip havalanı Venedik arası git gel yapan vaporettolara bindik. Bindiğimiz vaporetto bizi San Marco meydanına indirdi. İlk maskeliyle vaporettodan iner inmez karşılaştım. Maskesinin her noktasına ayrı bir özen gösterilmişti. Yapımı kesinlikle kolay değildi ve ona harcanan emek her şekilde aşikardı. Sırtında kanata benzeyen yapılarıyla insanların arasında gururla geziniyordu. Belki yüzünde maske vardı, belki hiç bir duygusu açıkta değil ruhsuzca bakıyordu insanlara ama altında gururla dolaşan birisi olduğu yürüyüşünden belliydi. Bir fotoğrafını çektim, üzerinde taşlardan birisinin parlaması yansıdı.
Vaporettoların oradan uzaklaşıp San Marco meydanına geldiğimizde o pek meşhur yapı karşılıyor bizi. Pek muhterem, pek sevgili bir binadır o. Assassins Creed 2 oynayanlar bilir; oyunun tırmanılan en son kulelerinden birisidir. Böyle muazzam bir yapıyı bu kadar yakından görmek gerçekten baştan çıkarıcı.
Venedikte bir kalabalık hakim. Hatta kalabalık ne kelime; bir kaos hakim. Otele yerleşip valizlerimi odama bırakır bırakmaz çıkıyorum dışarıya. Portre çekmeye uygun bir lens; daracık sokaklar ve insan seli. Hafiften kayboluyorum.Â
O munis sokulgan bakışlara kargaşadan uzak bir köşede rastlıyorum. “Baloon?” Üstünde karnavala uyarlanmaya çalışılmış bir kıyafet; soğuk havada rengi değişmiş elleriyle balonları tutuyordu. Bulunduğu daracık sokaktaki havanın rüzgarıyla pembe pembe olmuştu yanakları. Küçük bir “klik” sesi yankılandı o sokakta; bu fotoğraf çıkageldi. Ben yoluma devam ettim; o kalabalıklarda kayboldu, gerek ısınmak için, gerek biraz daha balon satmak için. O an için ikimizde kuzuyduk, sessizce birbirimizin yanından geçip gittik…
Derken güneş açtı; bulutlardan ışıklar yansımaya başladı. Sokakları soğuk rüzgarlara sahne olmaya devam etse de açık alanlar ısınmaya başladı. Â Güneş parladı bir an için; kanal’ın üstündeydim. O ışıltı Venedik’e yansıdı; ben çektim, “klik”.
İlerledi saatler; çekti güneş eteklerini üzerimizden. Kararan hava başka bir Venedik çıkardı içinden. Daracık sokaklar aşk koridorlarına dönüştü. “Trattoria” adı verilen küçük daracık restoranlar birden göze çarpmaya başladı.
Küçük bir masa etrafına dizilmek ne keyiflidir. Aşk şehri İstanbul’un eksiklerinden birisidir bence. Büyük masalarda birbirinden uzak yemek yemek ne kadar yorucudur; iletişimi engelleyicidir. Â Karşında sevdiğinin tatlı muhabbeti; ellerinde elleri. Bir öpücük mesafesi kadar olmalı bence bir masanın mesafesi. Elini tutup, gözlerine aşk sözcükleri söyleyebilmelisin kimseler duymadan, bakmadan.
Gittiğim onca lüks mekanı, özenle seçilmiş tabaklarda sunulan ünlü aşçılarla pişirilmiş yemekleri şu merdiven altı restoranının önüne atılmış ve hafifçe ışıklandırılmış küçük kare masaya değişmem desem yeridir. Öyle çok pahalı yemekler, yıllar yılı servis yapmış deneyimli garsonları yok belki; ya da bir boğaz köprüsünün altına konuşlanmamış ama bir merdiven altına konuşlanmış ve küçük bir masası var. Küçücük ufacık…
Derken güneş alçalıyor iyice; Salute’nin arkasından ufak ufak batmaya başlarken, kanolarun üzerinde el ele tutuşmuş aşk insanları bir kanaldan denize açılıyorlar.
Aşk şehri Parismiş derler; sorgulamadan edemiyorum. Bence “Aşk Nedir?” den başlamak gerek. İtalya’nın kesildiğinde ortasından manda sütü akan mozerellasını tadıp, tuscany’den gelmiş bir chianti’sini ağzında çalkalarken bir kanaldan denize bir kano üzerinde bağlanmanın verdiği duyguyu başka ne verebilir ?
Güneş batıyor; odaya yol almaya başlıyorum. Gözlerimi bu sabah  Türkiye’de açmıştım lakin odamdaki maskelere inat, bu geceyi Şehr-i Venedik’te sonlandırıyordum. Ertesi gün yine yeniden Venedik!
Sabah oluyor; erken saatler. San Marco meydanı yıllara ve karnavala  inat bomboş. Ortada sadece çöpçüler, bir de bizim gibi fotoğraf meraklısı bazı insanlar. Gökyüzü koyu bir mavi. Bağlı bulundukları kazıklara dalgalar ve rüzgar ile döven kanoların tıkırtısı sarıyor çevremizi. Deniz yönünde o kadar az ışık var ki; sanki koca bir deniz değil de engin upuzun bir karanlık var karşımızda.
“Tıkır” seslerine “Şırıl” sesleri karışmaya başlıyor; bir şehir yıllar yılı yıkılmadan ayakta durduğu topraklarda yeni bir sabaha uyanıyordu. Gün içinde aşk dolu turistlere hizmet edecek kanolar bize böyle poz vermeyi tercih ediyordu. Ne onlar üşenmişti bizi gezdirmekten, ne biz üşenmiştik onların fotoğraflarını çekip eşe dosta göndermekten. Güneş iyice kendini göstermeye başlamış, sular da bununla beraber yükselmeye başlamıştı. Birçok insanın akın edeceği meydan bir anda sular altında kalmıştı.
Dükaların sarayı (Doge’s Palace) yıllara meydan okumuştu; su baskınlarına mı meydan okuyamayacaktı. Dünyada suların üzerine kurulmuş üç şehirden biridir Venedik, Kotor ve Amsterdam’dan sonra. Güneş iyice yükseliyor, kalabalıklar artıyordu. Maskeliler artık sokakların heryerindeydi.
Bazıları tam bir maske giyemese de biraz boya ile eşlik etmeye çalışıyordu. Bazıları ise;
Bir köşebaşından 5 euro’ya aldıkları maskeleri takıp birbirlerine ilan-i aşk yapıyorlardı. Sarı saçlarına güneş vurmuş bir kız, belli ki yeni kalkmış daha; gözleri şişmiş. Çocuk dinç ve herşeye hazır. “Klik”.
Gün daha da güçlü ışımaya başlıyor. Işıklar kanoların üzerindeki inca detaylardan yansımaya başlıyor;
Hepsi de ard arda dizilmiş; haydi gel gez benimle diye hakırıyor. Birinden kaçıyorum ama bir diğer sokakta, başka bir kanalda başka birisi yine yakalıyor beni. Upuzun sıraya dizilmişler. Bir kanaldan, bir denize açılmayı bekliyorlar.
Sonra, sonra yine Venedik sokaklarında kayboluyorum;
Cıvıl cıvıl renklerle dolu bir şehirde kaybolmak kadar güzel bir şey var mıdır  ? Güneşin gücünü yitirmesi ile beraber yine maskeler ve portleri çekebileceğim bir alana gidiyorum. Güzelliğinde kaybolduğum bu şehirde, üzerine aylar harcayarak, yıllar harcayarak yapılmış maskelerin de fotoğraflanması gerekiyordu.
Düka’ların sarayının orada güneşin en yumuşak geldiği noktada denk geldim bu maskelere.
Yüzündeki hüzün gözlerine vurmuş, yaslandığı bir sütun’dan seken hafif ışıklarla aydınlanmış yüzüyle geçti karşıma. Eski osmanlı kadınlarını anımsattı bana. Kıyafetinin bir parçası da olsa; maske çevresindekiler bir osmanlı kadınının baş örtüsünü anımsatacak dantel detaylarına sahip. Hüzünlü, duygusal.
Bu da biraz hin. Gözlerini kısan. Beni hep düşünmeye iten.
Bu neşeli…
Bu da uçarı…
Karanlık çöküyor yine; otele dönüş vakti gelip çalıyor kapımızı.
Su kenarında ama yine ufak masaların olduğu bir yerde italya’nın leziz yemeklerinden tadıyoruz. Sonra da otele geçip yeni bir gün için kapatıyorum gözlerimi…
Yeni günün planı Burano ve Murano adasına gitmek. Cıvıl cıvıl renklerle dolu adalar bunlar.
Güne sisli başlıyoruz. Orta çağ savaş filmlerindeki gibi sisleri yararak adalara ilerliyoruz.
Bu adadaki evlerin renkli olmasının başlıca sebebi alkol alıp sarhoş olduktan sonra insanların evlerini rahat bulmak istemeleriymiş. Belki doğru, belki değil ama ortaya çıkan görüntünün güzelliği aşikar.
Adalar bitiyor; son günümüze doğru yolculuğumuza çıkıyoruz. Anakaraya döndüğümüzde yorgunluğumuzu bir Venedik klasiği olan Cafe Florian’da atıyoruz.
Hava artık iyice karardığında uzun bir pozlama ile venedik’e veda etmek istiyorum; Rialto köprüsünün üstüne kurulup akıp giden hayata inat on saniyelik bir fotoğraf çekiyorum. Benimle beraber sonsuza kadar kalmak üzere.
Ertesi sabah kalktığımda; artık uçak hazırlıkları yaparken ve hiç fotoğraf çekmeyeceğimi, çektiklerime bakacağımı düşünürken şaşırtıyor beni Venedik; beyazlara bürünüyor.
Elveda, Venedik… Bir başka baharda, bir başka Aşk’ta görüşmek üzere…
Bir yanıt yazın