Teşvikler günümüzde gelişmekte olan ülkelerin temelini oluşturmaktadır. Teşvikler devlet gelirlerinin bir noktaya kanalize edilerek yeni bir kaynak yaratma çabasıdır ve sistem sürdürülebilir hale geldiğinde teşviklerin başka alana aktarılması ile süreç tamamlanmış olur. Teşvikleri en kolay bisikleti öğrenen çocuk örneğiyle açıklayabilirim. Bisikletin arka tekerlerine takılmış dengeleyen tekerlekler ve arkadan iten bir baba; teşviklerin ilk halidir. Sonra pedal çevrilir, baba artık itmez olur. Bu teşviklerin ilk azaldığı noktadır. Bir süre sonra destekleyici tekerleklere de ihtiyaç kalmaz ve çocuk artık bisiklete binebilir hale gelir. Böylelikle baba da zamanını oğluna başka şeyleri öğreterek geçirebilir.
Günümüzde çeşitli teşvikler vasıtasıyla Ar-Ge’de ve üretimde lider duruma gelmiş ülkelerin başında Amerika ve Çin gelmektedir. Türkiye de yenilenebilir enerji alanında ilk teşviklerini vermeye başlamıştır. Artık önemli olan aşama zamanla çekilecek teşviklerin sürdürülebilirlik konumuna ulaşacak şektörün hızlanması için kullanılabilmesidir. Burada izlenecek metodoloji önemlidir. Artan enerji ihtiyacı beraberinde hızlı bir teşvik altyapısı ve heyecanlı yatırımcı getirse de ileride oluşması mümkün sorunların önüne geçmek ancak şimdiden planlanacak bir yapılanma ile mümkündür.
Türkiye’de yenilenebilir enerji yatırımlarına temelde 133$/MWh bir güneş enerjisi teşviği sunulmaktadır. Bu rakam yerli aksam imalatı ile daha da yükseltilebilmektedir (bkz. Yerli ürün Teşviği). Türkiye’de belirlenen teşvik rakamları bir sektöre her önüne gelenin yatırım yapacağı şekilde çok fazla kar vaad edecek şekilde değil de; tekerleğe hafif bir ivme verecek şekilde tasarlanmıştır. Güncel teşvik altyapısı ile yapılan detaylı fizibilitelerde 6-7 yıl içerisinde geri dönüş alınabilmektedir.
Yaklaşık 61.000MW kurulu gücü ve yıllık ortalama %5 büyüme ile Türkiye enerji konusunda Avrupa’nın parlayan yıldızıdır. RWE, E.ON, ENBW gibi şirketlerin yenilenebilir enerjiler, nükleer enerjiden uzaklaşma çabaları içinde kendi ülkelerinde kaybettikleri karlılıklarını korumak için sığındıkları limandır. Ülkenin yabancı yatırımcıyı mıgnatıs gibi çektiği bu durumda dikkat edilmesi gereken; kendi ülkelerinde süreci görmüş ve tecrübe sahibi şirketlerin ülkemizdeki durumu kendileri için manipüle edip etmemeleridir.
Şimdi kendimizi biraz geriye çekip büyük fotoğrafı görmeye çalışalım. Thomson Reuters’in yaptığı araştırmaya göre 2008 yılında toplam varlıkları 1 tirilyon EUR’a denk gelen avrupa enerji piyasası şirketlerinin bugünkü toplam varlık değerleri şuanda 500 milyar doların altına düşmüştür. Bu değer kaybının altında başka Fukushima kazası olmak üzere çok fazla sebep vardır. Enerji üretim sektöründeki bu zincirleme reaksiyon sektörü düzenli bir yatırım alanı olarak gören emeklilik fonlarının da sektörden kayıpla çekilmesine yol açmıştır. Uzun vadeli borç dengesi için stabil sektörleri portföyünde barındıran emeklilik fonlarınin bu sektörden çekilmesi, sektörün GDF, E.ON gibi büyük oyuncularının ayakta kalabilmek için Avrupa’dan uzaklaşmalarına sebep olmuştur. Avrupa piyasasının bunu artık çekiçle kafalarına vurduğu gün olarak da 16 Haziran’ı gösterebiliriz; MWh fiyatının -100€ olduğu günü.
Gerçek anlamda sürdürülebilirlik ve karlılığın olmadığı hiçbir sektöre gelip de yabancı sermaye yatırım yapmaz. Bugün ENBW Borusan ile işbirliği içindeyse, E.ON EnerjiSA ile bir JV kurup dağıtım ihaleleri alıyorsa, RWE Türkiye’nin çeşitli yerlerine LNG PP yatırımı yapıyorsa asıl sebebi budur; kendi sürdürülebilirlikleri.
Türkiye’ye yenilenebilir enerjinin gelişinin geç olması her ne kadar eleştirilse de ben trenin aslında çok da vakitlice yakalandığını düşünüyorum. Günümüz projeksiyonlarında yenilenebilirin maliyetinin fosil yakıtlar ile 10 yıla eşdeğer olacanı düşünecek olursak Türkiye’de yerli teşviğin (YEKDEM) 10 yılı kapsaması gayet mantıklı. Bu da ilk paragrafta örnek verdiğim gibi devletin sektörü ayaklandırıp kendi halinde işler şekle getirebilmesi için yeterli bir süredir.
Burada asıl olan teşvikler ile yaratılan gelişen bir senaryonun sürdürülebilirliğinin nasıl kurulması gerektiğidir. Nükleer enerjinin 2020 yılında 1.2MW olarak ilk kısmının hayatımıza dahil olması ile beraber Türkiye’de enerji pastası daha da büyüyecektir. Bu senaryoların içinde %100 yenilenebilir senaryosunu hararetle savunan kişileri görmek pek mümkündür lakin aslolan uygun maliyetli enerjiyi halka sunarken arka planda enerjinin üretiminin devamlı olmasıdır bu da alternatiflerin çokluğu ile mümkündür. Baz yük gibi teknik konulara değinmiyorum. Rekabetçi bir sanayi için, üretim için gerekli olan enerjinin aynı zamanda hiç de kesilmemesi gereklidir.
Avrupa’da yaşanılan sıkıntılardan ders çıkarmanın gerekliliği aşikardır. Almanya gibi daha oturaklı ekonomilerde olumsuz etkiler hükümet tarafından daha az hissedilir şekilde sübvanse edilse bile Türkiye’de böyle bir yıkıcı etki için daha dağıtım şirketleri ve halk hazır değildir. Arz ve talep eğrisinin korunması konusunda bizlere büyük bir görev düşmektedir. Zaten teşviklerin amacı da verdiğimiz vergilerin toplu bir şekilde kullanılıp, yeni alanlar yaratılıp yine bize dönmesi değilmidir ?