Bayram demek birçok insan için yolda olmak demektir. Neredeyse tüm ülke yer değiştirir böyle zamanlarda; trafik tıkanır, yollar cümbüş olur. Bayram sebebidir uzaktaki dostları, sevdikleri, akrabaları görmek için.
Yine böyle bir bayram sabahı düştük yollara; yol aynı yolcular farklı. İlk defa Burhaniye’ye ailemde bir kişi fazlasıyla çıktım yola; Elif’le. İçimizde bir olmanın keyfi, gözlerde bir pırıltı.
Yolculukda Bursa güzargahının aksine Çanakkale üzerinden ilerledik. Yol üzerinde Elif’in kuzeni Lara bize katıldı. Her ne kadar yola bayramın birinici gününde dahi çıksak yollarda bir trafik hakimdi. Marmara ereğlisine kadar rahat geldik. Lara’yı aldıktan sonra Çanakkale’ye doğru devam ettik ama yolun sahilden gitmek yerine Malkara ve Keşan’dan geçmesi gerçekten vakit kaybı. Arayollar mevcut ama hem asfaltın bozukluğu hem de virajlar yollara cazibesini yitirtiyor. Lakin güzergah üzerindeki günebakan tarlaları yolculuğu keyifli hale getiriyor.
Çanakkale boğazını iki noktadan geçebilirsiniz, Gelibolu – Lapseki ve Eceabat – Çanakkale. Gelibolu’dan seferler her yarım saatte bir, Eceabat’tan her saat başı ama bu sizi aldatmasın; vapur dolduğu gibi kalkıyor, tıpkı Topçular – Eskihisar gibi.
Havanın kararması ve yolcuların yorulması ile birlikte Gelibolu’da durmaya karar verdik. Gelibolu çeşitli balık restorantlarının olduğu küçük bir ilçe. Mevsim de hafiften sardalya mevsimi. Sardalya ağustos eylül aylarında piyasaya çıkar ama tam yağlanmadığı için tavalıktır. Ekim ve Kasım aylarına doğru iyice yağlanıp ızgaralık hale gelir. Soluğu balık pazarında alıyoruz, her tarafta çeşit çeşit sardalya görebilirsiniz. Hepsinin gözleri pırıl pırıl. Sardalyaları tavaya attırıyoruz, yanına midye de söylüyoruz ehh birası eksik kalır mı ? Tek sıkıntımız havanın esmemesi. Balık pazarının içinde köşede kurulmuş yerde çeşitli deniz mahsülleri ile donatılmış yerde yemeklerimizi afiyetle yiyoruz. Mekan bana İstanbul’da yeni türeyen Kasap-Restorant modasını anımsatıyor ama burası gayet orijinal.
Yemek sonrası biraz fotoğraf çekmek istesek de havanın kararması sebebiyle fotoğraflar istediğimiz gibi olmuyor. Biz de hızlıca vapura doğru hareket ediyoruz; yolda şekerleme satan çocuklar bize el ediyorlar. Vapur heralde yolculukların en keyifli anıdır. Hemen çay alınır, püfür püfür esen bir yere oturulur. Çanakkale boğazının havası bize eşlik ediyor. Tatlı bir eşinti ve çaylar eşliğinde soluğu Lapseki’de alıyoruz. Tekrar düşüyoruz yola istikamet artık evin önü. Çanakkale, Geyikli (Bozcaada) yol sapağı Ayvacık derken dağların üzerinden körfezin eşsiz manzarası karşılıyor bizi. Elif’e evi karşı kıyısından gösteriyorum. Artık yolumuz iyice azaldı; sadece Akçay ve Edremit üzerinden körfezi dönüp soluğu Pelitköy altında alacağız. Güre ve Akçay’a yaklaştığımızda bizi bölgede hiç görmediğim bir trafik karşılıyor. Akçay’ın içine dönen yolun trafiği Üçgen mevkiinden başlıyor. İlk defa hayatımda böyle birşey gördüm.
Akçay’a teğet geçip Edremit üzerinden Burhaniye’ye, oradan da Pelitköy altına varıyoruz. Evde bizi annem ve babam karşılıyor ama herkesin gözleri yorgun. Çay içip uzamış çimlerin üzerinde dinleniyoruz. Uyku vakti geliyor; herkes yatağa, biz çimlerin üzerine. Gökyüzü çok temiz, hava çok temiz yıldızlar rahatlıkla görülebiliyor. Gökyüzünün biraz daha keyfine vardıktan sonra biz de odalarımıza çekiliyoruz. Yolculukla geçen bir gün son buluyor; bayram’ın ikinci günü başlıyor.
Bayram’ın ikinci günü büyükleri ziyaret günü. Yolculuğumuz İskele ve Öğretmenler mahallesindeki dedemlerden başlayıp Pelitköy’e, benim gençliğimin geçtiği yerlere oradan da Burhaniye merkeze ve diğer dedemlere uzanıyor. İlk durağımız iskele’de dedem ve anneannem. Anneannem Alzheimer hastası ama erken teşhis ve müdahaleler ile süreci oldukça yavaşlatmayı başardık. 2009 sonrası hatıralarında eksiklik yaşayabiliyor ama 1980 hatıraları cam gibi aklında. Gariptir, Elif’i hiç unutmuyor. Orçun’un hanımı diyor bazen, yorum olarak de hep “Akça pakça, yavız” diyor. Canım anneannem. Dedemin keyfi yerinde; körfezin en güzel yerine kurulmuş serin serin oturuyor. Onların ellerini öpüp, komşulara selam verdikten sonra yavaş yavaş çıkıyoruz.
İstikamet Pelitköy. Elif’e Pelitköydeki fabrikayı, yağhaneyi gezdiriyorum. Fabrikada yağ üretim sürecini anlatıyorum. Kara su kuyularını, derine gömülmüş yağ depolarını, zeytin raylarını, bahçenin düzenini. Fabrika’yı gezdikten sonra köy meydanına, dedemin köye getirdiği suyun çeşmesine çıkıyoruz. 1976 yılında yapılan çeşmenin önünde birkaç fotoğraf çekilip Burhaniye’ye, diğer dedemlere geçiyoruz. Cahide babaannem ve Resmi dedemin de ellerini öpüyoruz. Böylelikle bayramda birinci derece aile büyükleri gezisi tamamlanıyor. Sıcak, klima ve sürekli seyahat halinde olmak insanı yoruyor. Zeytinyağı satış yerimize uğradıktan sonra yavaşça eve geçiyoruz. Bizi Bağlar burnu’nun ılık suları karşılıyor. Biraz bahçe bakımı, biraz denizde yüzme, tatlı bir akşam güneşi, kumsalsa apansızca bir uzanış. Tatil; para harcanılan bir kavram olmaktan çıkmış, ailenin yanında kendi evinde yeni bir aile kurma durumuna gelmişti. Bölgenin sessizliği İstanbul’un kaosundan sonra geçici bir huzur veriyordu. En bariz fark ettiğim şey sabah erken saatlerde kendiliğimden uyanmam ve İstanbul’a kıyasla dinç olmamdı. İkinci gecemizde aile büyükleri ile yemek organizasyonumuz vardı. Tüm aile bireyleri toplandı, bahçede mangallar yakıldı.
İş hayatının hırsları, İstanbul’un yoğun temposu ve hayatta seni her konuda meşgul edip aslında gerçek anlamda bir önem arz etmeyen çoğu şeyi geride bıraktığında asıl hazinesini buluyor insan. Özüne döndüğünde, bahçede bir meşale eşliğinde aydınlanan yüzlerdeki gülümsemeyi gördüğünde muhabbet kahkalarla karıştığında, hayatına giren birisi ile evlilik kararı alıp tüm gülümsemelere eşlik ettiğinde aslolanın her zaman aile olduğunu, sağlığın herşeyden önce geldiğini birkez daha anlıyor. Elbette ki İstanbul’a dönüp o kaos’u evimiz gibi benimseyeceğiz sonunda lakin aslolanı da hiçbir zaman unutmayacağız.
Kendi ailemde en dikkat ettiğim şey ilişkilerin yapay olmaması; kimsenin birbirine “birilerinin hatrına” sabretmemesi. Dilerim geçmiş bayramlarda, yeni yıllarda, çeşitli kutlamalarda ve bu gece yaşadığım bu duygu hiç kaybolmaz; bu mutluluk asla silinmez.
Geceyi keyifle sonuna getirip ortalığı toplayıp uyku vaktine geliyor sıra. Önce hafif bir esinti geliyor tepeden, sonra perdeler uçuşuyor sonra bir bakıyorum ki güneş bizi yeni bir günde yeniden karşılıyor.
Yol telaşesi bitmiş, eller öpülmüş aile ile yemek yenilmiş ve kendimize vakit ayırmak için uygun gün gelmişti. Yatakta uzun gerinmeler ve esnemelere doyamadan kalktık. Yeni doğan gün samimi arkadaşlarımız Berat ve Yeşim’in gelişlerine bir gün kaldığının habercisiydi. Güzel bir kahvaltı sonrası civardaki beach clublara gitmeye karar verdik. Evin bulunduğu yere en yakın yer evin hemen önündeki Deniz Büfe. Lakin adından da anlaşılacağı gibi önünde masalar olan bir büfe. Şezlongların olduğu bir çim alanı mevcut değil. Yanında kumsal var sadece. Lakin Bağlar burnunun diğer tarafında (Burnun güneyinde) Otantik Beach Club var. Bu bölge çok eski zamanlarda 4-5 büfe tarafından çevrilmişti. Büfeler kumsalın içine konuşlanmış sonra alkollü tesise dönmüştü. Civardan gelen şikayetler sonrası belediye burada bir düzenlemeye gitti. Plaja kurulmuş büfeleri kaldırdı ve yolun gerisine aldı. Tabi bahsettiğim yıllar en az 10 sene öncesi. Otantik’de bu sırada kuruldu ve hayatımıza beach kavramını getirdi. Yıllar boyunca sadece civar insanlarının gittiği bir yer olmaktan çıktı körfezde daha tanınır bir hale geldi. İşletmecisi yıllar yılı değiştiyse de birşekilde ayakta kalmayı başardı.
Otantik’i civardaki diğer beach clublardan farklı kılan 6TL ile giriş yapabildiğiniz arka tarafındaki “Saklı Bahçe” adındaki yeşil alan. Bölge insanı için gereksiz pahalı, Çeşme’de Bodrum’da tatil geçirenler için dehşet ucuz bir tutar 6TL. Ama gerçekten değiyor. Önünden geçen yolun ve iki tarafındaki otoparkın tozunu izole eden bitkiler ile çevrili ağaçların altında çok şık bir alan. Elbette Aya yorgi’nin servisi ve hizmetiyle karşılaştırmanız mümkün değil ama körfez sınıflandırmasında çok başarılı bir yer. Eskiden Güre taraflarında “Palmera” diye bir yer vardı ama galiba tarih olmuş.
Otantik’de keyifli bir gün geçiriyoruz. Plajdaki deniz bisikletlerini kiralayan çocuk bizim çiftliklerin olduğu Şahinler köyünden. Beni tanıyor ama ben yine tanımıyorum. Denizle açılıyoruz, deniz üzerinde kaydıraktan kayıyoruz. Kıyıdan kendimizi seyrettiğimi hayal ediyorum, 1970’lere gidiyor aklım; çok doğalız. Havanın kararmasıyla birlikte eve dönüyoruz. Güneş ışıkları dalgalara çarpıp yüzümüzde yansımalar yapıyor, ışık oyunları oynuyoruz. O gece anne tarafından kuzenim Kerem, Koray ve Kerem’in eşi Özlem bize davetli. Kerem ve Özlem’in oğlu Eren’de geliyor. Afacan efsane bir çocuk, sarı saçlı renkli gözlü. Bıcır bıcır geziyor. Klasik bir aile masası oluyor o gece de; Kerem babamla boş iş konuşuyor, Koray telefonda akşam mekan organizasyonu yapıyor, Özlem annemlerle muhabbete dalıyor Elif’le bana da masaya yardım etmek düşüyor. Yemek bittiğinde yorgunluk hakim; nasıl yırtsak da hemen uyusak moduna giriyoruz lakin Ümit Abi’nin eğlenesi var. Elif’le bir an kararsız kalsak da peki diyoruz.
Baba tarafımdan kuzenim olan Murat Çakar’ı arıyorum. Murat, Gizem’le daha yeni evli. Eğlence dendiği zaman akla gelen ilk isim Murat’tır. Fabrikadayım “Keke” gelin diyor. Saat 02:00, evden çıkıyoruz.
Fabrika bar’ın bulunduğu zeytinyağı fabrikası binası Yağcı ailesine ait. Fabrikanın ekonomik ömrünü tüketmesiyle kapanmış ama konumu sebebiyle bulunduğu yer popülerliğini yitirmemiş. Fabrika binasının bir kısmı müze, sergi alanı olarak kullanılırken diğer bir tarafı bara dönüştürülmüş. Heralde orta okul yıllarımdı orası bir eğlence mekanına çevrildiğinde. O zaman sol arka köşesinden yerden 2-3 metre yukarıda bir DJ kabininin olduğu bir club’dı. Bizim arkadaş oraya müzik cdleri yapar, boş vakitlerinde de dj’lik yapardı. Mekanı Mehmet Bağcı’nın bar’a çevirmesiyle işler değişti. İlk defa bar konseptine bürünen mekan önceleri yine boştu lakin Ayhan Sevengül ile artık kendinden bahsettirmeye başladı. Ayhan Sevengül benim annemin Özel Türk Kollejinden tarih hoca. Özel Türk Kolleji İzmir’de dir bu arada. Annemin yıllığında hala imzalı bir yazısı vardır. Kendisinin tarih konusunda çok başarılı bir eğitimci olduğundan çeşitli yerlerde söz edildiğini duydum tabi bana hiç tarih muhabbeti yapmak nasip olmadı. Ayhan Sevengül, eğitim öğretim kariyerini bırakıp kendini daha mutlu hissedeceği bir alana, ses sanatçılığına geçiş yapıyor ve Ayvalık’a yerleşiyor. Küçüklüğümde hatırlarım Anneler Derneği, Yardımsevenler Derneği gibi derneklerin yemeklerinde şarkı söylerdi, Hotel Club Fiord’da çeşitli etkinliklere katılırdı. Herşey Fabrika Bar’da sahne almasıyla değişti. Fabrika Bar o’nunla popüler oldu. Sonra her popüler olan mekan gibi, metrekareye nasıl daha fazla insan sıkıştırırım edasıyla o geniş yüksek tavanlı fabrika bar sıkış tepiş asma katlı bir mekana dönüştü. Merak etmeyin, mekan hala full doluyor ama ben eski keyfini alamıyorum (Özellikle girişte sağda ve solda loca gibi yüksek balkonların olduğu zamanlardaki gibi). Murat, Gizem, Ben, Elif ve Ümit Abi eğlenceye yeni başladık. Alkollü araç kullanmadığım için soda limonla başladık geceye. Soda limon kafası efsanedir ( #çekemeyenantentaktırsın). Saat 03:00 olduğunda tuvaletlerin orada geleceği kurtaran Burhaniye eşrafı, mekanda ağırlık yapan ağır abiler artık kendini iyice belli etmişlerdi. Bar eğlencesi bitiyordu ama körfezin en güzel (abartmıyorum) mekanında eğlence yeni başlıyordu. Arabalara atladık, sakin bir sürüşle Karaağaç – Artur’a geldik. Güvenlikler durdurmaya çalışsalar da diğer arabalar gibi yapıp çıkış kapısından girdik.
Artur disko Ar-Kent tatil sitesinde kurulu bir disko. Artur 1968 yılında kurulmuş bir tatil sitesi. 1738 villadan oluşuyor ve gerçekten devasa bir alanda kurulu. İçinde açık hava sineması, benzin istasyonu, migrosu, camisi ve aklınıza gelebilecek tüm sosyal tesislerin olduğu bir site. Site benim bildiğim kadarıyla 7 tepede ve 4 koyda kurulu. Bu koylardan üçü yerleşime açık, bir tanesi de küçüklüğü sebebiyle beach club olarak kullanılıyor. Yerleşim olarak kullanılan koyları küçükten büyüğe sırasıyla Gemi yatağı, Martı ve Güvercin koyu. Beach club olarak kullanılan koyu ise Tilki koyu. Baba dedem Resmi Başlak buranın kurucularından. Gemi yatağı 45/6’nin eski sahibiyiz. Siteyi bölgeden farklı kılan özelliği, o yıllarda sadece İstanbul gibi varlıklı insanların bulunduğu ve şehir kültürüne sahip insanların gelip yerleşmesi. Dolayısıyla sitenin iç kültürü, Burhaniye ve civar yerleşimlerin yerel kültüründen çok farklı. Sitenin halkında o eski kibarlığı gayet rahat görebilirsiniz. Sitedeki konut sahiplerinin yaşı ilerlemesi sebebiyle artık heryer “torunlar” ile dolu. Artur’da olmak gerçekten bir ayrıcalık. Babamın gençlik yıllarının geçtiği yer aynı zamanda. Dedem, babam ve şimdi ben.
Artur disko’da Tilki koyunun tepesindeki kayalığa kurulmuş bir disko. Muhteşem bir deniz manzarası, kayaların üzerine (hatta içine) kurulmanın verdiği muhteşem haz, açık havanın ferahlığı ile benim açık ara en sevdiğim mekan. Babamın disko anılarını dinlerken aynı yerde aynı mekanda kendi anılarımı yaşamak çok keyifli. Yıllara kafa tutmuş ve bakir kalmış güzellikleri çok seviyorum. Artur disko’da hayat gece 3’ten sonra başlıyor, sabah gün doğumuna kadar devam ediyor. Biz mekana geldiğimizda saat 03:30 olmuştu. Mekanın işletmecisi Ersin benim ilkokul arkadaşım. Sahnenin en güzel yerinde bir bistro açıyor bize, biz de şişe açtırıyoruz. Şişe açtırmak 250TL. Reina’da 600TL verdikten sonra 250TL’ye pek “şişe açtırmış” gibi hissetmiyor insan. Aslına bakarsanız olması gereken fiyatlar 250TL. İstanbul’un yaşam standardı çok yüksek. Elif’le birlikte pek alkol almadığımız için az votkalı bol enerjili içeceklerimizi hazırlıyoruz, Murat’le Ümit Abi alıyor sazı eline. Vakit gayet keyifli geçerken ve hava ağarmaya başlarken DJ anons yapıyor “Köfte ve Sucuk Ekmek Servisimiz Başlamıştır” diye. Arkamızda bir klüp sabahların ilk ışıklarına kadar eğlenirken Elif’le kayaların üzerinden koyu ve uçsuz bucaksız Ege kıyılarını seyre dalıyoruz. Güneş tüm ihtişamıyla üzerimize doğmaya hazırlanıyor. Artık gitme vakti.
Akşam yemeğinin yorgunluğu ve sabahın ilk ışıklarına doğru eğlenmek insanı gerçekten yoruyor. Eve geldiğimizde doğan güneşe doğru sahile koşuyoruz. Sabahın ilk ışıklarını yakalıyoruz. Bu sırada Berat’la Yeşim geliyor. Onlarda gece yolculuğu yapıp varıyorlar. Herkes yorgun, hava sıcak. Soluğu çimlerin üzerinde alıyoruz. Gözler kıpkırmızı, uykuya dalıyoruz. Ümit Abilerin gittiği, Yeşimlerin ve Beratların bize katıldığı gün bugün.
Yeni bir güne 2 saatlik bir uyku ile başlıyoruz sadece. Brunch sonrası yorgunluğun da sebebiyle en yakın beach club olan Otantik’e geçiyoruz. Deniz, kum, güneş derken akşam saati oluyor. Eve dönüyoruz ama yorgunluk hala hakim. Hızlı bir yemek faslı sonrası herkes odasında. Tatilin en sakin günü bugün oluyor.
Yeni doğan güneş bize yine yeni bir günü müjdeliyor. Bugün artık üzerimizde dönüş baskısını hissediyoruz iyice. Dönüş biletimizi İDO’dan alıyoruz.
IDO’nun şöyle bir aldatmacası var. IDO İstanbuldan 3 farklı noktaya sefer düzenliyor; Bandırma, Bursa ve Yalova. Bu 3 noktada Susurlukta birleşiyor. Deniz üzerinde yapılan yolculuğun zamanını, verilen parayı ve araç kullanma süreleri ile yakıt tüketimini hesaplarsanız şöyle bir durum ortaya çıkıyor. (Not: Km başına 0,35TL’den hesapladım)
Yenikapı – Bandırma : 140dk Denizde, 50dk Araçta olmak üzere 190dk Yol. 200TL bilet, 17,5TL yakıt olmak üzere 217,5TL de tutar tutuyor. 190dk ve 217,5TL sonra Susurluğa varıyorsunuz.
Yenikapı – Mudanya (Bursa) : 90dk Denizde, 90 dk Araçta olmak üzere 180dk, 150TL bilet, 35TL yakıt olmak üzere 185TL’ye ve 180dk’ya Susurluğa varıyor.
Pendik – Yalova : 45dk Denizde, 145dk Araçta, 80TL bilet, 60TL’de yakıt olmak üzere sizi 185dk’da 140TL’ye Susurluğa ulaştırıyor.
Burada aslında en az avantajlı lokasyon Bandırma seferi ama insanlar çok daha fazla mesafe farkı olduğunu düşündükleri için onu tercih ediyorlar. Burada en hızlı ve uygun fiyatlı ulaşım Bursa – Yenikapı hattı (Eğer Avrupada oturuyorsanız)
Anadolu’da oturanlar tercihin belli. Pendik – Yalova. Lakin ben Bursa – Yalova güzargahını hiç sevmiyorum. O yol bana çok sıkıcı geliyor o sebeple olabildiğince kaçınıyorum. Yollar boş olduğunda 15dk’da Ataşehir’den Yenikapı’ya girebiliyorum.
Dönüş biletlerimizi Pendik Yalova hattından alıyoruz. Saat 09:30 da Yalova’dan Pendik’e geçeceğiz. Bayram dönüşü olması sebebiyle yolun trafiğine yakalanmayacağız ve Pazar günümüz de boşa gitmemiş olacak (10:15’de İstanbuldayız).
Bilet ve dönüş organizasyonu sona erdikten sonra artık iyice dönüş pskoloji ağır basıyor lakin bugün dostları ağırlayacağımız gün. Akşam evde barbekü partisi var; en sevdiklerimiz davetli.
Kahvaltı bitiyor, bilet bitiyor, çimlerin üzerinde uzanmalar bitiyor, dünün yorgunluğu bitiyor vakit çıkma gezme vakti. Körfezde en sevdiğim yer olan Artur’a gidiyoruz. Tilki koyunda deniz girmek, Artur diskonun eşsiz manzarasında fotoğraf çekme amacındayız. Artur’un girişinde bizi güvenlik karşılıyor. Giriş ne kadar diyoruz bakıyor 4 kişiyiz, 120TL diyor. Nasıl ya ? Siteye girmek için 120TL mi ? Adam açık açık caydırıcı etki olsun kimse girmesin diye böyle yapıyoruz diyor. Artur site yönetiminin bilançolarına baktım, son senelerinde oldukça gelir elde edilmiş, arazi tahsisi yapılmış heralde bunun da etkisi vardır. Pazarlık yapıyoruz ancak 2 kişi parası alırım diyor, 60’a giriyoruz içeriye. Bize kestiği biletler 7,5TL’lik. Aslında giriş 7,5TL ama kapıdaki ne tutturursa. Bilet kestiği için parayı cebine attığını düşünmüyorum. Tabi hayali dip koçanı da bastırmış olabilir (Fiş, Fatura değil dip koçanı veriyor) günahı boynuna.
Aslına bakarsanız uygulama güzel bir uygulama. Civarda ipini koparan gelip Artur’u kirletmemeli bence; içerisi seçme olmalı biraz daha. Günübirlikçilerin tüpleriyle börekleriyle geldiğini düşünsenize bir ? Düşünmek bile istemiyorum. Önce koyları gezidiriyorum bizimkiler. Gemi yatağından ve eşsiz manzarasından başlıyoruz. Koyun içinde şöyle bir dönüyoruz ve soluğu Martı koyundaki Deniz fenerinin orada alıyoruz. Eskiden orada sağı solu kapalı oturma yerleri vardı; gençler kullanırdı 🙂 . Artık onları kaldırmışlar. Körfez manzaralı dördümüz fotoğraf çekiliyoruz. Oradan Artur disko’ya geçiyoruz. Artur disko biraz önce bahsettiğim gibi Tilki Koyunu tepeden görüyor. Pek çok fotoğraf çekiliyoruz.
Amacımız Güvercin koyunu da gezip Tilki’ye geçmek ama Güvercin bizi yakalıyor. Tavernanın oraya iniyoruz; oraya yerleşiyoruz. Keyifli bir deniz eğlencesi orada geçiyor. Gün nasıl geçiyor anlamıyor insan. Akşam misafirlerimiz gelecek ve biz geç kalmak üzere olduğumuzu fark edip yola çıkıyoruz. Önce annemlerin yanına uğruyoruz. Onlarla çay içip sohbet ediyoruz oradan da kasaba geçiyoruz. Bölgede Palmiye Et ve Süleyman Kasap var. İki tanınmış kasap; tabi bir İstanbul kasabı değil ama bölgeye göre başarılı. Süleyman Kasap’ın dükkanında yeterince et yoktu, çeşit yoktu. Palmiye et’de daha fazla çeşit vardı biz de ondan aldık ama kasabın sert tavırlarına maruz kalmadık diyemeyiz. “Beğenmezsen alma kardeşim” şeklinde bir yaklaşım vardı. Etlerin de tedariğini yapıp eve geçtik. Yaşasın Mangal !
Arka bahçede meşaleleri yaktık, elektrikli asma lambaları koyduk, masanın mumlarını yaktık ve muhteşem yemek ortamını hazırladık. Kuzenim Murat’la eşi Gizem davetli. Ben mangalı yaktım, Berat ustalığını konuşturdu. Muhteşem keyifli bir ortamda, süper bir muhabbet eşliğinde gece boyunca kahkalar hiç eksik olmadı. Gece bittiğinde cennet körfezde bir günümüz kalmıştı geriye sadece…
Uyurken son günümüze uyanacak olmanın kederi hakimdi içimde.
Son günümüzde daha da uzaklara Ayvalık’a gitmeye karar verdik. Hafiften bir Cunda esintisi, bir Ayvalık tostu. Kahvaltıdan sonra çıktık. Ayvalık’ın içinde şöyle bir turladık ve Tansaş’ın yanındaki tostcularda Ayvalık tostu yemek için oturduk. Gariptir; Körfezin birçok yerinde Ayvalık tostu yemiş birisi olarak en güzel tostun hep Ören’de yapıldığını düşünürüm. Düşüncem bu senede değişmedi. Ayvalık’ın en ünlü tostcusu Mesut Büfe ama yine bir Şamata Büfe’nin Agino Büfe’nin veya Gol Büde’nin tostunun yanına yaklaşamıyor; gerek ekmeğinin gevrekliği olsun, gerek malzemenin pişkinliği gerek servisi. Bizimkiler de pek öyle beğenmediler zaten. Limanı gezip oradan Sarımsaklının içinden dolaşıp Cunda’ya geçtik.
Soluğu Ortunç’da aldık. Ortunç’da günübirlikçilerden muzdarip, en dışardaki kapıya asmışlar “Günübirlikçiler için yerimiz yoktur diye”. Ortunç klübün sahibini tanımam sayesinde içeriye girebiliyoruz. Ortunç koyu ve oteli bölgenin en lüks butik otellerindendir. Eski opera sanatçısı sahipleri vardır. Cunda’nın milli park kapsamına alınmadığı zamanlarda araziyi satın almış ve ilgili imar izinlerini çıkartmıştır. Yıllar sonra bugünkü haline ulaşmıştır. Ortunç Club’ın binalarının çatısındaki güneş enerjisi santrallerini eski firmam Anel’de çalışırken ben projelendirmiş, gelip kurulumunu organize etmiştim. İlk ve en sevdiğim projemdir. Ortunç tarafına gidecekler için interaktif bir grafik koyuyorum buraya. Havanın sıcaklığını ve üretimleri görebilirler. Böylelikle Ortunç’a gitmeden canlı hava durumunu görebilirler.
Ortunç’da biraz vakit geçirip birşeyler içtikten sonra Cunda’nın yeni yeni popüler olan koyu olan Patricia koyuna geçiyoruz. Patricia koyu hiç kimsenin olmadığı, elektriğin ve suyun olmadığı bir koy. Denizin içine konulmuş tahta localardan oluşuyor. Hülya avşar gibi çeşitli sanatçıların gelmesiyle popüler olmuş bir yer. Burasının adını ilk duyduğumda 2008 yılıydı galiba, gitmeye çalışmış ama görünce beğenmeyip dönmüştüm. Zaten yolu toprak ve tırtıklı. Dar yolda 2 araç zor geçiyor ve yol üzerinde günübirlikçi yerleşimleri dolu.
Burada 2 adet beach club var; Bıyıklı beach ve Minas Beach var. Bıyıklı ünlü olmuş olan, arkada odaları olan büyük bir beach club. Allahın unuttuğu bu yerde aşırı pahalı. Kişi başı giriş 25TL ve o denideki çardaklar içinde 50TL-80TL arası bir rakam talep ediyor. Hemen yanındaki Minas beach ona nispeten biraz daha uygun 20TL kişi başı + 50TL loca. Minas küçük bir aile işletmesi ki onu da özel kılan o bence. Aile Girit’li. Yeşim’de Girit’li olduğu için bize indirim yapıyorlar. Patates istiyorsunuz; mutfağın girişinde bir amca oturuyor patates soyuyor sonra o pişiyor size geliyor. Elektrik olmadığı için güneş paneli kullanıyorlar. Adı sanı belirsiz 100W gücünde 4 adet paneli satmışlar, onları da devasa bir akü grubuna bağlamışlar tabi sistem verimli çalışmadığı için kenarda dizel jeneratör ile elektrik elde ediyorlar. 400W güneş paneli kullanarak 10.000Wh’lik akü grubunu dolduracağını düşünmek delilik heralde. Denizi orjinalinde taşlık ama kum dökerek kumluk hale getirmişler. Güneşin batışına kadar orada kalıyoruz, gün batımında da güzel fotoğraflar çekiliyoruz. Sürekli gelinemeyecek kadar uzakta ama gelindiğinde keyfine doyum olmayacak kadar güzel ve özel bir yer. Şimdi oralara da elektrik gider, imarlaşma ile birlikte çeşitli clupları görmeye başlarız.
Patricia’da giyiniyoruz (kıyafetlerimizi yanımıza almıştık) ve Cunda adasına geçiyoruz. Aman allahım! Cunda’yı tanıyamıyorum! Balıkçıların deniz kenarındaki alanlarını geriye çekmişler, yolu öne almışlar ve heryer günübirlikçi istilasına dönmüş. Bu adaya yapılan Soykırım gibi birşey.
Cunda balıkçılarının en önemli özelliği Deniz’e sıfır olmalarıydı. Deniz kenarında, yanınızda balıkçı tekneleri ve teknelerin dalgalarda çıkardığı hafif şıpırtı sesleri. Orada olmak, Cunda’nın kalabalığında sessiz bir alan yaratmaktı. Bir yandan şehir akar giderken siz orada Deniz kenarında sessiz sakin yemeğinizi yiyebiliyordunuz. Cunda’yı özel yapan da buydu. Benzerini İskele limanında da yaşadık, Marmaris’de de. Cunda’da artık yemek yerken yoldan geçenlerin tabağıma bakacağı bir yer haline gelmiş, tüm özelliğini ve güzelliğini yitirmiş.
Belediye bu uygulamayı yaparken aklında ne vardı çok merak ediyorum. Artık Akçay gibi çekirdek çitletenlerin Balık yiyenlerin önünden sallana sallana geçtikleri yer haline gelecek Cunda. Heralde bundan en karlı Cunda’nın iç sokaklarında kurulu Yunan temalı balık restoranları faydalanır. Sokaklar dolar, sahil boşalır; Cunda’nın orjinal halini o haliyle sevenler de kendilerine uygun yeni bir yer keşfe çıkarlar.
Cunda’da Uno’da yemek yiyoruz. Uno eskiden beri bu balıkçı adasında Pizza satan biryer. Ama öyle standart bir pizzacı gibi düşünmeyin, hem bar hem de çok çeşitli yemekleri mevcut. En sevdiğim Fındık-Votka’yı burası yapıyor. Her gelişimde 2 şişe alır İstanbul’a götürürdüm eskiden. Artık alkol tüketemediğim için pek almıyorum (Bu evde fındık – vodkam olmadığı anlamına gelmesin 🙂 ) Yemeğimizi yedikten sonra Taş Kahve’de oturuyoruz kahvemizi içiyoruz. Cunda artık Cunda olmaktan çıkmış. Kalabalık bizi boğdukça boğuyor.
Önce Bodrum’u kaybettik. Sonra Çeşme gitti. Halikarnas Balıkçısının tarif ettiği Bodrum, İstanbul’un kopyası oldu. İzmirlinin sakinliğini taşıyan arka bahçe Çeşme de artık İstanbul’un bir semti. Yıllar yılı ucuz yazlık istilasıyla İstanbul’un alt gelir grubunun hedefi olan Akçay artık İstanbul’un varoş bir semti gibi. Cunda’da İstanbul’un boğaza yakın bir semti gibi oldu. Tarabya gibi mesela. Neyse bizim evin oralar da keşfedildi ama sahil şeridinin tapuları bizde; evin önüne daha dokunamıyorlar ama o da an meselesi.
Cunda’nın boğuculuğundan çıkıp eve geldiğimizde bir oh çekiyoruz. Pelitköy altı hala sakin. Civarda tık ses yok. Sabah erken kalkacağız, yatmadan bahçeye geçiyorum, çimleri sulamaya başlıyorum. Çırçır böceklerinin sesleri duyuluyor sadece; körfez tüm ışıltısıyla karşımda, ayaklarım çıplak sulanmış çimlerde yürürken ayaklarımın altına batmaya çalışıyorlar. Ay tüm gücüyle bahçeyi aydınlatıyor. Suyum çimlere çarparak toprağa değmesi ve toprağın kokusunun usulca yükselişini izliyorum. Derken bir ses duyuyorum arkamdan, bir hışırtı; Elif hemen arkamda. Dönüp usulca sarılıyor bana, göz göze geliyoruz; hafif bir gülümseme beliriyor yüzümüzde. Ne o bir kelime ediyor ne de ben. Herşey bakışlarımızda; ayın parlaklığı cezayir menekşesi gözlerine vuruyor, kalbim ışıldıyor.
Gözlerimi kapatıyorum…
Bir yanıt yazın