Hiç merak ettiniz mi bir günde kaç kere düşünüyoruz – farkında olarak veya olmayarak – ve kararlar alıyoruz? Hayatımda yaptığım birkaç eylem bir araya geldikten sonra ben de karar anlarımı ve düşünme şekillerimi analiz etmeye başladım ve faydalı olacağını düşündüğüm bazı çıkarımlar elde ettim.
İlk meditasyon denememde en kolay yollardan birisi olan nefesime odaklanarak zihnimi boşaltmaya çalışsam da bunun aslında geçici olduğunu fark ettim. Meditasyondaki asıl amaç, kişinin kendi farkındalığını arttırmasıydı. Meditasyon sadece zihni boşaltmak değil, aynı zamanda anın farkında olmayı ve bu farkındalığı yaşamımıza entegre etmeyi sağlar. Farkındalık, kişinin duygu ve düşüncelerini gözlemleyerek onları kabul etme sürecidir. Bu süreçte, o an neşeli miyim, aslında aklıma başka bir soru işareti mi var? Üzüldüm ama kendime bile itiraf edemiyor muyum? İş hayatını mı düşünüyorum? gibi soruları sormak önemlidir. “Waking Up” uygulamasında Sam Harris her “Look for the thinker” dediğinde kendimi biraz daha tanımaya başladım. Bu, etrafımda düşüncelerimi etkileyen bir şeylerin varlığını hafif de olsa tanımlamaya başladığım ilk evre idi.
Sonrasında Daniel Kahneman’ın “Thinking, Fast and Slow” kitabıyla karşılaştım. Gündelik yaşamımızda binlerce karar aldığımız ve bu kararların pek çoğunun beynimizin milyonlarca yıldır gelişmiş içgüdülerle hiç düşünmeden alındığını keşfettim. Kahneman, beynimizin iki farklı sistemle çalıştığını belirtir: Sistem 1 ve Sistem 2. Sistem 1 hızlı, otomatik ve duygusal kararlar alırken, Sistem 2 yavaş, mantıklı ve analitik kararlar alır. Örneğin, uzak bir köpek gördüğümüzde kaçma içgüdüsü Sistem 1’in bir tepkisidir. Acıktığımızda yemek yeme kararımız da yine bu sistemin bir ürünüdür. Ancak, 13’ün karekökünü sormak gibi karmaşık bir problemle karşılaştığımızda, Sistem 2 devreye girer ve daha dikkatli, bilinçli bir düşünme süreci başlar. Kahneman, beynimizin aslında düşünmek istemediğini ve çoğu zaman kritik kararlar için bile “yapıştır geç” yöntemiyle hızlı kararlar aldığını, bu yüzden bazı durumlarda yavaş ve sakin bir biçimde düşünmemiz gerektiğini vurgular.
Önce bir şeylerin bizim çevremizi sardığını meditasyonla anladık, sonra bu durumlarda konuyu analiz edip etraflıca düşünmemiz gerektiğinin farkına vardık, ama burada atladığımız bir nokta var; hangi durumlarda?
Bu durumların isimlendirilmesi ile de Shane Parrish’in “Clear Thinking” kitabında karşılaştım. Kitapta düşüncelerimize yön vermeye çalışan 4 ana element var; duygu durumu, ego, sosyal uyum zorunluluğu ve durağanlık.
Duygu Durumu
Duygu durumu, kişinin içerisinde bulunduğu duygusal durumun kararlarına olan etkisini incelediğimiz bir nokta. Duygularımız, hızlı ve otomatik olarak karar vermemize neden olabilir. Mesela bazı kişiler vardır, trafikte sinirlidir ve biz de “Keskin sirke küpüne zarar” deriz. Ya da çok üzgün bir zamanımızda hayatımıza giren kişiye aşık oluruz, hatta evlenme teklif ederiz. İlk durumda trafikte sinirlenip bir motorcunun üzerine sürmek onu öldürebilir. Bu, duyguların ele geçirdiği bir bireyin “Hızlı düşünme” sonucu aldığı rasyonellikten uzak bir karardır. Keza evlilik teklifi de öyle; uzun yıllar geçirmek için bir araya geleceğin kişi gerçekten seninle hayatın tüm zorluklarına göğüs gerebilecek mi? Seninle bir uyum içerisinde yaşayabilecek mi?
Duygu durumu kararlarımızı etkilediğinde, bu kararlar genellikle hızlı ve düşünmeden alınır. Duygularımızın yoğun olduğu anlarda rasyonel düşünmek zorlaşır ve bu da bizi yanlış kararlara sürükleyebilir. Mesela memleketim Burhaniye’de pazar günleri pikniğe gittiğimiz bir aile vardı, çocuklar babalarından bir şey istemek için önce biraz içip keyiflenmesini beklerdi çünkü gündelik hayatında her şeye hayır diyen kişi azıcık keyiflendikten sonra her şeye tamam demeye başlardı. Duygunun regüle edilememesi ve kararlara sirayet etmesi, sade bir düşünce ve karara giden en büyük engeldir. Duygusal kararlar alırken duygularımızın farkında olmak ve bu kararlarda bilinçli bir şekilde yavaş düşünmek önemlidir.
Ego
Ego da duygu durumu gibi fark edilmesi kolay bir etkendir. Tek farkı fark edilmesi duyguya göre biraz daha geç olabilir çünkü ego, beraberinde hırs, kin gibi güçlü duygularla da gelir. Ego aynı zamanda evrimsellikten gelen hızlı bir savunma içgüdüsünü de beraberinde taşır. Bir kere tetiklendiğinde “haklı olmak” yerine “haklı hissetme” duygusu ağır basar ve gerçekliği bizim haklı hissedeceğimiz şekilde bükmeye başlarız.
Steve Jobs’ın önemli özelliklerinden birisidir bu “Reality Distortion Field”. Yerinde ve doğru kullanıldığında çok güzel sonuçlar elde edilebilen bu gerçekliği bükme, kullanılmadığında ise kişiyi kin ve hüsran içerisinde bırakabilir.
Kendi adıma konuşacak olursam, uzun yıllar sonunda bunu epey filtreledim ve farkındayım ama hala bir yarıktan ince ince sızabilecek güce sahip olduğunu hissediyorum.
Sosyal Uyum
Sosyal uyum, duygu durumu ve ego gibi kişiyi harekete geçirecek bir durumdan ziyade sosyal normlara uyum sağlayıp düşünmemek ve sıradan olmakla ilgilidir.
Mesela şirkettesiniz ve güzel olacağını düşündüğünüz bir fikriniz var ama pozisyonunuzda iyisiniz. Ya fikriniz tutmazsa? İşte o anda, tutmadığı durumda gelebilecek potansiyel eleştiriyi kaldıramama hissiyatı sizi toplum normlarına uymaya zorlar çünkü sosyetenin içerisinde herkes gibi bir birey olup “kimse bana dokunmasın, ben de onlara dokunmayayım” demek, “azıcık aşım, dertsiz başım” demek gibi bir şey.
Sosyal uyumu aslında sürü psikolojisi gibi de düşünebiliriz. Bu etki duygu ve ego gibi anlık değil, hayatımızın geneline etki eden çok daha büyük ve sinsi bir olgudur. Bir yerde toplu olarak birilerini alkışlamak gibi, sınıfta bariz yanlış olan bir şeye itiraz etmemek gibi, statükonun bir parçası olmak gibi.
Eylemsizlik
Her eylemin bir bedeli vardır. Harekete geçmek, beraberinde düşünmeyi ve fiziksel eylemler bütününü gerektirir. Biz ise olabildiğince enerji harcamadan yaşamayı tercih ederiz. “İdare ediyorsa idare ettiği yere kadar gitsin” mantığı hakimdir.
Mesela şirketinizde bir çalışanınız var, kör topal bir şeyler yapıyor. Aslında performansı düşük birisi ve göndermeniz gerektiğini hissediyorsunuz ama gönderemiyorsunuz çünkü onu göndermek için yeni birisini bulmanız gerekiyor, yeni gelecek kişiye işi öğretmeniz gerekiyor ve bu süreçte de eski personelle olan olumsuzluğu ve kötü iletişimi yönetmeniz gerekiyor. Bu aşamada eylemsizlik prensibi devreye giriyor ve bir şey yapmak istemiyorsunuz.
Evlilikler de bunun benzeri. Bu aşamalarda kangren olan şeyi bitirmemek için efor sarf edip bir de geçici kaçamak çözümler üretmeye çalışıyor kişi. Toplum normlarına uyum sağlamak için bitirilemeyen evlilikler (Sosyal uyum) ve hiçbir şey yapmamanın kolaylığı (Eylemsizlik).
Peki?
Hayatta iyi ve başarılıya giden yol, büyük ve başarılı kararlar olduğu kadar küçük ve vasat olmayan birçok karardan da geçiyor. Eğer birey kendi farkındalığını arttırırsa daha net kararlar alabilir. Hayatta sizi başarıya götüren, gizli ve kimsenin bilmediği bir yol yok. Warren Buffet’ın yatırım konusundaki ilk öğüdüne dönecek olursak; “Önce para kaybetme” aslında basit konuların ne kadar değerli olduğunu anlarız. Kötü karar almamak bile uzun dönemde yıllara vurulduğunda çok muazzam etkiye sahip. İlla sınıfın en başarılı çocuğu olmaya gerek yok. İstikrarlı olarak kötü karar almamak yeterli.
Geçtiğimiz zamanlarda verdiğiniz veya veremediğiniz kararları düşünüp yukarıdaki 4 konu ışığında gözden geçirin. Kaçında etki altında kaldınız? Arkanıza yaslanın, derin bir nefes alın ve “Yavaş” düşünün. Tüm etkenleri düşündüğünüzde kararınız yine aynı mı kalırdı yoksa değişir miydi?
Karar verirken kendinizin farkında olun. 🙂
Bir yanıt yazın