Samsun, Candal ve Kavak Rıdvan Çelikel Lisesi

Herşey Özlem’in mesajıyla başladı… “Samsun’da ki okul için fotoğraf çekmemiz gerekiyor; ben de seni önerdim. Mukaddes Hanım’ın özel ricası.” Mesajı aldığımda Bulgaristan’da teknoloji travması geçiriyordum ki iyi oldu; kendime geldim.

Bundan iyi fırsat olamaz heralde Samsun’u da gezip görmek için diye düşündüm; yaptık planı programı. Uçak bileti işini işkolik Özlem’e bırakınca olan oldu; sabah 05:00’da soluğu Sabiha Gökçen’de aldık. Akşam 3’de yatıp 4’de kalkmanın verdiği yorgunlukla çıktım döküldüm yollara.

Çarşamba havalimanı bana Kıbrıs Ercan havalimanını hatırlattı. Ufacık küçücük birşey böyle. İndik bizi karşılamaya resmi plakalı bir araç geldi. Çelikel Vakfı’nın oradaki yetkilisi belediye’den araç tahsis etmiş.

Kahvaltımızı Amisos’da ettik. Samsun’a yukarıdan bakan ve lalelerle bezenmiş bir yer.

Böyle bıcır bıcır bir yer… Tabi sabah saat 9’da kahvaltıları hazır olmuyormuş. “Daha ekmek bile gelmedi abi bea..” demesinden biraz vaktimiz olduğu belliydi. Hemen karıştık çiçek böceğe; biraz fotoğrafladık ortamı.

Güzel bir kahvaltı geldi. Beklediğimden pahalıydı lakin. Sucukların içinden beklenmeyen şeyler çıkınca geri gönderdim, yenisi geldi ama geleni de yemek nasip olmadı; ağzımın tadı kaçtı bi kere…

Oradan vakıf yetkilisi bayan ile buluşacağımız mekana geçti. “Atakum” bölgesi için bence “fazla iyi” bir mekan. İç dizaynı oldukça başarılı. Neyse, biz konuşmayalım; fotoğraflar konuşsun…

Özlem aydınlatmada asılı oyuncaklarla 🙂

Mekanın altında club/bar karışımı bir mekan var ve aydınlatması, dizaynı oldukça başarılı.

Hem cafe, hem restoran, hem bar, hem otel olan bu mekanın çatısındaki balkonda da Samsun’u izlemek oldukça keyifli… Boşuna “Atakum” dememişler. Atamızın ayak bastığı topraklar.

Derken Kavak’a geçiyoruz. Kavak Rıdvan Çelik Lisesi’nin bulunduğu ilçe. Okulu gördüğümde “Oha! Bu ne!” demekten kendimi alamıyorum. Özel okullar tırıvırı kalır bu binanın yanında. O kadar güzel yapılmış ve hiçbir malzemeden yatırımdan kaçılmamış.

Hocalarla konuşup fotoğraf çekilecek gençleri toplayıp başlıyoruz çekimlere. Hepsi üniversiteye girmeye hevesli gençler. Değişik mekanlar, değişik pozlar çekip seçmeye çalışıyoruz….

Okuldaki her öğrenci için düşünülmüş imkanlar şaşırtıcı derecede güzel. Rıdvan Bey’e de böyle bir okul yakışırdı. Lakin bay/bayan öğrencilerin yanyana durmakta zorluk yaşaması ilginç. Kız erkek karışık fotoğraf çekildiklerinde uyarı aldıklarını, azarlandıklarını söylediler. Duyunca üzüldüm tabi; İzmir’de, Ankara’da, İstanbul’da okumuş birisi olarak garipsedim ama bu da bu ülkenin bir gerçeği değil mi ? Çeşitli personel’in laf arasında Özlem’den sürekli birşey istemeleri ve “Mukaddes Hanım’a söyleyelim şunu yapabilirmi ? şunu alabilir mi ?” demesi de ayrıca düşündürücü tabi. Böyle bir okul yaptırdıktan sonrasını da aynı yerden beklemek bence yanlış. Okulun kendi özkaynaklarını yaratabiliyor olması gerek diye düşünüyorum.

Neyse; uzun lafın kısası. Yorulduk. Herşey bitmesine yakın artık bir bankta kendimden geçercesine oturmuş Özlem’le çektiklerimize bakıyorken gözüme takılıyor bu çocuk. Önce fark etmiyorum görme engelli olduğunu. Cep telefonunu açmış müzik dinliyor hemde oldukça arabeskveri birşeyler çalıyor. Biraz da incelediğimde engelli olduğunu fark ediyorum; içim öylesine burkuluyor ki.

“Fotoğrafını çekebilirmiyim ?” diyorum. “Çekmediğini nereden bileyim abi ?” diyor. “Ses çıkar makineden” diyorum.. Şaşırıyor, “Nasıl ? Çeksene bi duyayım” diyor. Deklanşör sesine hasret; şakır şukur patlatıyorum pozları havaya. “Havayı çektim, seni çekmedim” diyorum. Gülümsüyor, kıkırdıyor. “Çekebilirmiyim senin bir fotoğrafını ?” diye yineliyorum. Önce istemiyor; “Çekme abi utanırım” diyor. Sonra yine kendisi kararını değiştiriyor ve “Çek abi çek çek” diyor. Bir kez daha duyuyor deklanşörün sesini;bu sefer karede kendisi…

“Güzel çıktım mı ağbey?” diyor. Evet aynen okunduğu gibi yazıyorum “Ağbey”. “Çıktın” diyorum “Çıktın, bugün çektiğim en güzel kare içinde sen olan kare”. Bir gülümseme sarıyor genci. Usulca oturuyor yine duvarın üstüne. Çimlere bıraktığı cep telefonunu arıyor; açıyor yine bir türkü; keyfi yerinde, yüzünde hala o gülümseme.

İşte o an öylesine koyuyor ki adama; yüzlerce ülke gezip binlerce fotoğraf çekiyorum. Bunları insanlarla paylaşıp kritik yapıyorum üstelik beğenmiyorum çoğunu. O ise kendi fotoğrafını görebilmekten aciz, oturuyor usulca. Biraz uzakta başka bir banka oturup o’nu seyre dalıyorum. Aklımdan geçen “Ne mutlu o’nu biraz olsun güldürebildim, ne mutlu Çelikel ailesine bu çocuğa okuyabileceği, barınabileceği bir okul vermiş.”

Özlem dürtüyor; gitme vakti.

Okul virajlarda kayboluyor; tozlu topraklı yollarda resmi aracımızla yola devam ediyoruz. Tüm gün yemek yemediğimiz için açık son noktasına ulaşmış. Vakıf yetkilisi bizi “Candal” tesislerine götürüyor. Özlem melemen yeriz demişti ama alabalık’a da hayır diyemem yani.

Candal tesisleri alakasız bir yerde minik bir cennet yine.

Tesis böyle bir yer; efil efil de esiyor. Hayvanlar felan var, çok eğlenceli bir yer. 2 aç olarak yumuluyoruz tabi haliyle; menü’de şöyle…

Bu kavrulmuş fasulye turşusu ve Samsun’a özel bir ekmek. Mısırlımı neyli tam hatırlayamıyorum. Daha önce tatmadığım bir lezzet. Ağızda kaybolan birşey değil lakin, ekşisiyle acısıyla ekmeğinin değişik tadıyla tadın her notasını hissediyorsunuz. Bence o yemeğin içinde en özel olan şey buydu. Geri kalanlar kaşar ile tatlandırılmış çeşitli İstanbul’da da olan yemekler.

Kaşarlı mantar, bir klasik.

Kaşara devam… Kaşarlı alabalık. Alabalık’ı sevmediğimi birkez daha hatırlattı. Bana göre değil bu alabalık; o tuzlu deniz balığı tadını alamıyorum lakin birdahakine ızgara’da deneyeceğim. Belki o zaman sosla felan beğenebilirim.

Vakit gelir; ikili havalimanına yol alır…

Özlem’e bu eğlenceli gün için çok teşekkürler; öperim kocaman…

Hoşgeldik İstanbul…

🙂


Yazılar eğer ilginizi çekiyorsa aşağıya eposta adresinizi yazarak abone olabilirsiniz

Her yeni makale yayınlandığında size e-posta gönderilecektir.


Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir