Windows ile tanışmam şirkette bilgisayara kurulu Windows 3.1 ile başladı. Tahminimce 1993 veya 1994 yılıydı. Amstrad marka PC’lerde DoS üzerinde çalışan bir arabirimdi işletim sisteminden ziyade. Gerçek anlamda bir işletim sistemi haline gelmesi ise Windows 95 ile oldu.
Zaman akıp giderken tüm Windows sürümlerini hayatımda deneme fırsatı elde ettim. Her hafta Windows 95 kurduğumuz yıllardan tekrar kurmadığım ilk işletim sistemi olan Windows 7’ye gelinceye kadar 1993’den 2009’a kadar yani; 16 sene geçmiş. İyisiyle kötüsüyle 16 sene tek bir işletim sistemi ile. Hatta 2015’de Mac’e geçiş yaptığımı düşünecek olursak Microsoft ile başlayan yolculuğum 22 sene sürdü.
Herşey akıllı telefonların ilk çıktığı yıllarda başladı. Her firma bilgisayar için yazılmış bir işletim sistemini cep telefonuna uyarlamaya çalışıyordu. Cep telefonu için yazılanlar ise yeterince iyi yazılımlar değillerdi. Akıllı cihazlar arasında bugüne kadar kullandığım iPhone’a kadar olan yıllarda en sevdiğim cihaz P910’du. Symbian ile çalışırdı ve hiç baştan kurmak zorunda kalmadım. Jog-dial adını verilen yandan basmalı ittirmeli çevirmeli bir tuş ile telefonda herşeyi yapabiliyordunuz. Windows mobile tam anlamıyla bir faciaydı. Android ise Java’dan bozma bir işletim sistemiydi o zamanlar.
iPhone’u ilk kullandığımda; diğer kullandığım tüm cihazlardan farklıydı. Takılma, saçma sapan hata kodları yoktu. Üzerinde bir kere yazılsın heryerde çalışsın diye kurulmuş saçma sapan yazılım emülatörleri de yoktu. Telefon sadece sana kısa net ve öz hizmet etmek için vardı. Telefona giren her yazılım kontrolden geçiyor ve kullanıcı deneyimi kötü olan yazılımlar cihazlara yüklenemiyordu. Tam anlamıyla aradığım şeydi; sana zaman kazandıran bir cihaz.
Apple’ın mobil cihazları hayatıma 2010’da iPhone 4 ile tamamen girdi. O günden beri başka bir mobil cihaz kullanmadım, iş v.s. sebepler için kullandığım Android, blackberry v.s. cihazlardan da hiç haz almadım. O günlerde aklıma takıldı; “Acaba mobil işletim sistemleri böyle ise bilgisayar işletim sistemleri nasıldır ?” diye. Herşey bu düşüncenin aklıma yer etmesiyle başladı; kafama koymuştum OSX’i deneyimleyecektim.
Önce Windows ortamında Vmware’de sanallaştırılmış OSX kurulumlarını denedim. İşletim sistemi tam anlamıyla çalışıyor da olsa esas vaad ettiği şeyi; o kullanıcı arabirimini hissettirmiyordu. Bir Mac’i deneyimleyebilmek için gerçekte bir mac sahibi olmak gerekiyordu; eskiyen bilgisayarımı Windows 10’a ücretsiz güncelleyip ilk defa Microsoft tarafından yayınlanıp bu kadar başarılı ses getiren bir işletim sistemini tam anlamıyla deneyimlemeden bırakmıştım.
Öncelikle şunu belirtmemde fayda var; eğer Windows’dan Mac’e geçiyorsanız işleyiş burada biraz farklı. Ne kadar teknik bir adamsanız; süreç o kadar da zorlu. OSX çünkü Unix tabanlı bir işletim sistemi. Linux kullananlarının KDE, Gnome gibi arabirimlere aşina olabilir, konsol ila haşır neşir olmuş olabilir ama OSX öyle konsolu açıp komut girdiğiniz bir *NIX işletim sistemi değil. Lakin Windows’da değil; ikini de benzer yönleri var ama özünde çok farklı dünyalar.
Apple, işletim sismini orasını burasını kolayca kurcalayabilmeniz için yapmamış bunu belirteyim. *niz işletim sistemlerinin temeli olan “root” kullanıcısı dahi erişime kapalı. Bir bilgisayardan beklediğiniz çoğu şey sadece “çalışıyor”. Ek bir ayar yapmanıza; bir yerlere girip birşeyleri kurcalayıp değiştirmenize gerek yok. Bu arada şunu da belirtmemde fayda var, Mac bir oyun oynama cihazı kesinlikle değil. Mac’in temel amacı üretkenlik. Kendi ekosisteminde bulunan yazılımlar ve diğer cihazlar ile varolan entegrasyonu da zaten bu yönde.
OSX evdeki diğer cihazlar ile iCloud sayesinde uyumlu çalışıyor. Şöyle ki; birisi sizi cep telefonunuzdan arıyorsa eğer hem PC’nin, hem iPad’iniz hem iPhone’unuz çalıyor. Ekranınızın sağ üst köşesinde Accept/Reject çıkıyor. Hatta hoperlörün sesi açıksa evdeki tüm cihazlar çaldığı için evde yüksek sesli bir cümbüş havası bile yaşanabiliyor.
Windows’dan Mac’e geçişte ilk zorluk klavye’de yaşanıyor çünkü klavye gerçekten farklı. Win tuşu ile bunun Apple eşleniği olan “Cmd” tuşu farklı yerlerde. Dolayısıyla Ctrl ve Alt (Option) tuşu da farklı. Ctrl+C ve Ctrl+V yerine Cmd+C, Cmd+V yapmak el alışkanlığınızın değişmesini gerektiriyor. Bu arada Ctrl-X ile yaptığımız kesme sadece metinde yapılabiliyor. Mac’de dosyaları kes-yapıştır yapamıyorsunuz. Onun yerine “Move” var mesela.
Yazılım kurulumları da Windows’dan çok farklı. Windows’da temelde 3 yere dosyalar kopyalanır; yazılımın bir sürücüsü v.s. önemli bir dosyası varsa windows klasörü altına bazı dosyalar yazar, registry’e birkaç kayıt kopyalar, sonra Program files altına çalıştırılabilir dosyalarını atar, sonra gizli olan ProgramData klasörüne bellek ihtiyacını giderici cache gibi dosyaları koyar sonra da kullanıcı profili altında size özel dosyalarını tutar. Wow! baya yere baya birşey kopyalanıyor. Mac’de işler böyle değil. Bir programı kuracağınız zaman genelde programın ISO benzeri dmg dosyasını indirip ona çift tıklıyorsunuz. İşletim sistemi onu bir sürücü gibi sisteme bağlıyor. Sonra içerisindeki tek “Exe” yi (Mac’de exe yok ama anlaşılması için diyorum) Applications klasörüne kopyalıyorsunuz o kadar. Sonra çifr tıklıyorsunuz ve çalışıyor. Bunlar .app dosyaları. Aslında bir klasörler ama içerisine erişmek pek o kadar da kolay değil. Burada sürüklüyorsunuz kuruluyor, siliyorsunuz gidiyor. Sağda solda bir dosyasıÂ kalmıyor. Ne kadar hoş değil mi ?
Apple’ın OSX ve diğer işletim sistemleri ile beraber uyguladığı en önemli kriter işletim sistemlerini kendi donanımları için ve donanımlarının tüm özelliklerini kullanacak şekilde tasarlamış olmaları. Bu şu demek; size hizmet edeceği konuda cihaz tüm gücünü kullanıyor. Windows ile tüm donanımlarla uyumlu çalışmaya çalıştığı için her konuda bir soyutlama “abstraction” kullanıyor. Dolayısı ile cihazlarda esas elde edilebilir performansı tam sunamıyor.
Bu durumu en rahat çok çekirdekli işlemcileri anlatırken anlatabilirim heralde. Bilgisayarlarda kullandığımız çoğu yazılım tek bir kodun çalışması ile çalışıyor. Mesela bir internet tarayıcısı aslında tek bir kod üzerinden çalışıyor ama siz 2-3 farklı tab açtığınızda 2-3 farklı ve birbirinden bağımsız iş devreye giriyor. Ya da bir filmi render alırken birbirinden bağımsız birçok iş ortaya çıkıyor. İşlerin birbirinden bağımsız olduğu durumlarda bir kısmını başka bir çekirdeğe yüklemek mümkün ama işlerin birbirine bağlı olduğu durumlarda (Mesela boot, yazılımların ilk çalıştırılmaları, sistem özelliklerinde değişiklikler v.s.) diğer çekirdekler boşta duruyor. Windows’da işletim sistemi bu açığı kendi üzerinden kapatmaya çalışarak görevleri çekirdeklere dağıtmaya çalışıyor; OSX’de ise yazılımın yapacağı işi iyi bilip kendisinin çekirdeklere dağıtması gerekiyor. Windows ortamında Crossfire olup 2 ekran kartını paralel kullanıp OSX’de 2 ekran kartını sadece belirli yazılımların kullanması gibi. Windows’da Crossfire destekleyen herhangi bir oyun herhangi 2 AMD ekran kartında ekstra performans elde edebilirken 2 ekran kartlı Mac’lerde oyunlar sadece tek ekran kartını kullanabiliyor. Peki çift ekran kartını kim kullanıyor ? Final Cut Pro gibi video işleme yazılımları 12 çekirdeğin ve 2 ekran kartının tüm nimetlerinden faydalanabiliyorlar. Yapmaları gereken görevleri öyle net bölümlüyorlar ki Windows’da sunulanın aksine üretkenlik konularında işinin ehli yazılımlarla size en iyi sonucu sunuyorlar.
Windows’da çalışan uygulamalarınız varsa problem değil. OSX için Vmware Fusion veya Parallels size Windows sanal makinalarını sunuyor. Üstelik “Unity” modu verilen bir mod ile sanal makina içerisinden direk OSX’in masaüstüne erişebiliyorsunuz ve Windows uygulamalarını yerel OSX uygulamaları gibi çalıştırabiliyorsunuz. Sanal makinalar benim çok kullandığım araçlar. Veritabanı ve .Net yazılımlarını geliştirdiğim bir Windows 7 sanal makinam hep bir köşede durur. Enerji sektöründeki çalışmalarımı da içerisinde tuttuğum ve PVSYST, Meteonorm, Netcad gibi yazılımların olduğu diğer bir sanal makinam da sürekli elimin altında. Sanal makinalar asıl kullandığınız bilgisayarda gereksiz yazılım tutmamanızı ve çalışma ortamlarınızı birbirinden kolayca izole etmenizi sağlıyor.
O sebeple Mac’e geçmeye düşünenlere şöyle diyebilirim; eğer kilitlenmeyecek takılmayacak (Windows 10’da kilitlenmiyor takılmıyor ama sadece düzgün donanımlarda) şık zarif bir laptop düşünüyorsanız ve bütçeniz de varsa retina ekranlı bir Macbook sizi uzun yıllar keyifle götürecektir. Eğer fotoğraf, video editlemek sizin için önemliyse, çeşitli yayın veya yaratıcı süreçlerde yer alıyorsanız iMac veya Mac Pro size yardımcı olabilir. Eğer gerçekten bir oyuncuysanız veya bilgisayarınız sizin için Facebook’dan ve Google’dan ve biraz müzik dinlemekten ibaretse Windows bir cihaz hem daha uygun bütçeli hemde daha sağlıklı olacaktır.
Dipnot: Bu yazıyı yazdığımın ertesi günü ilk defa Windows 10’da işyerimde BSOD yedim. Yıllardır seni çekiyorum sitem etme dedi heralde Bill Gates enişte.
Bir yanıt yazın