Londra hep gitmeyi planladığımız ama gitmediğimiz bir yerdi çünkü hem Elif’in hem de benim okul hayatının bir dönemini geçirdiğimiz yerdi. O sebeple başka yerlere gitmek daha cazip geliyordu. Ta ki gitmek için gerçek anlamda bir sebebim olana kadar: oğlum Can.
Can’ın İngilizcesini geliştirmesi ve bir dünya vatandaşı olarak büyümesi—başka bir ülkede olmanın onun için özel bir anlam ifade etmemesi—için İngilizce konuşulan ülkelerde onunla tatil yapmayı önceliklendiriyorum.
Bu kapsamda geçen sene New York’a gitmiştik. Bu sene ise ara tatilde İngiltere’yi tercih ettik.
İngiltere seyahatimizi kuzeyden güneye inecek şekilde planladım. Önce Manchester ve Liverpool’a gittik, ardından Oxford’a geçerek Londra’da seyahatimizi tamamladık. Londra’yı en sona bırakmak en mantıklısıydı; sonuçta yemekte de, kokuda da en iyi hatırlanan son notadır.
Manchester ve Liverpool
Manchester ve Liverpool, şehir olarak çok özel yerler değil ama futbol ruhunun baskın olduğu bölgeler. Daha önce Galatasaray – Beşiktaş maçına götürdüğümde Can, stadyum atmosferini sevmişti—ki beni bilenler bilir, futbol ile uzaktan yakından alakam yoktur. Burada da benzer bir deneyim yaşamasını istedim. Manchester’da Manchester City – Chelsea Premier Lig maçına bilet bulduk. Bu yüzden Manchester’da iki gün geçirdik.
İlk gün biraz şehri gezdik, ardından Science and Industry Museum’a gittik. Gideceklere tavsiyem, özellikle çocuklar için müzede pek çok interaktif deneyim alanı var. Biz belki iki saat çıkamadık. Çıktığımızda da çok yorulmuştuk, bu yüzden bir pub’a girerek biraz dinlenmeyi tercih ettik.
Can’a göstermek istediğim bir diğer şey de pub kültürüydü. Pub’a gitmek, oturmak ve insanlarla sohbet etmek… Bu yüzden çıkışta bir pub’a oturduk. Ben bir pint of ale aldım, Can ise portakal suyunu. Sohbet ettik, dertleştik. Bir barda oğlunla oturup konuşmanın keyfini ancak yaşayınca anlıyorsun.
İkinci gün maç günüydü. Şehir merkezinde kısa bir gezintiden sonra Etihad Stadyumu’na doğru yola çıktık. Stadyumlara araçla gidilmemesi gerektiğini daha önce tecrübe ettiğimden tramvaya binelim dedim. Ancak bizim gibi düşünen binlerce kişi olduğu için hayatımın en sıkışık tramvay yolculuğunu Can ile yaptım. Hatta kısa boylu olduğu için neredeyse gözden kayboluyordu.
Stada erken vardık, güvenlikten geçerek yerimize oturduk. İngiltere’de maç atmosferi Türkiye’den çok farklı. Stadyumda alkol satışı serbest ama kimse taşkınlık yapmıyor, herkes sakin bir şekilde maçı izliyor. Maçta sektörden bir dostum da çocuklarıyla birlikte vardı. Çocukların tezahüratlarından rahatsız olan bir İngiliz yanımızda oturuyordu ve homurdanıyordu. Ben de dayanamayarak “Bu kadar sakin izlemek istiyorsan neden evde televizyondan izlemiyorsun?” dedim. Anlaşamadık 🙂
Maç Manchester City’nin galibiyetiyle sonuçlandı. Maç çıkışında yine tramvayda sıkışarak otelimize döndük. Tabi bu arada havanın oldukça soğuk olduğunu söylememe gerek var mı?
İkinci gün kiraladığımız araçla Liverpool’a gittik. Rıhtımda bulunan Liverpool Müzesi’ni gezdik. Burada Liverpool’un tarihi ve futbol kültürü üzerine sergiler vardı ama çocuklar için interaktif bir deneyim çok fazla yoktu. Arabayı park ettiğimiz AVM’den müzeye yürüyene kadar yağmur ve rüzgâr altında mahvolduk. Müzenin kafesinde kahve ve çorba içerek anca ısınabildik. Belki görülebilecek daha fazla şey vardı ama bizim için Liverpool yalnızca koşturmaca, üşüme ve telaş içinde geçti.
Akşam otele döndüğümüzde odayı sonuna kadar ısıtıp sıcak bir duş aldık. Ertesi gün erkenden Oxford’a doğru yola çıktık.
Oxford
Manchester’dan Oxford’a üç saatlik bir yolculuk yaptık. Ters şerit ve sağdan direksiyon biraz endişe verici olsa da, daha önce Kıbrıs’ta araç kullandığımdan alışmakta zorluk çekmedim. Hatta Oxford’a vardığımızda cam açık, kol dışarıda İstanbul şoförüne dönüşmüştüm.
Oxford’da Radcliffe Camera’nın karşısındaki Old Bank Hotel’de kaldık. Hem merkezi konumu hem de otopark imkânı nedeniyle burayı tercih ettim, çünkü Oxford’da otopark çok pahalı ve araçla ulaşım oldukça sorunlu. Oxford, bir yürüme ve bisiklet şehri.
Şehir içinde gezerek Can’a ders gördüğüm binaları anlattım, Oxford’un ünlü yapılarını gösterdim. Christ Church’e gidemediğimiz için ona Harry Potter’ın yemekhanesini gösteremedim ama genel olarak şehir hakkında güzel bir izlenim oluşturduğumu düşünüyorum.
Oxford’da hava her zamanki gibi dengesizdi; bir yağmur, bir güneş. Neyse ki otel, bize şemsiye vererek günü kurtardı.
Oxford’da benim için çok özel anlamı olan yerlerden birisi de Turf Tavern’dir.
An Education in Intoxication. Turf Tavern arkadaşlarımla geldiğim, barının basık olduğu ve yoğun ale kokusu dolu bir pub’dır. Pek çok güzel anımın ve kutlamamın geçtiği bir yerdir o sebeple akşam yemeğini burada Can ile birlikte yedik, kadeh tokuşturduk, muhabbet ettik.
Can’a buradaki anılarımı anlattım. Biraz baba oğul kızlardan da konuşmuş olabiliriz. 🙂
Londra
Ertesi gün Londra’ya doğru yola çıktık. Normalde 1 saat 15 dakika süren yol Google Maps’e göre 2 saat 15 dakika gösteriyordu. Londra’nın iç trafiği iyice içinden çıkılmaz bir hal almış.
Can’ın iPad oynadığı, benim de telefondan iş yetiştirdiğim yoğun bir M4 trafiğinden sonra Hyde Park yakınlarındaki otelimize vardık ve arabayı teslim ettik. Londra’da araba tam bir yük, şehir içi ulaşımda Uber ve Bolt harikalar yaratıyor. 10 GBP’ye her yere kolayca ulaşabiliyorsunuz.
İlk gün yine Science Museum’a gittik. Çocuklu olunca gençlikteki gibi oradan oraya koşturamıyorsunuz. Günlük 1-2 etkinlik yetiyor. Müzenin ücretsiz kısmı çok etkileyici değil, asıl eğlenceli olan ücretli interaktif deney alanları. Burada sayısız bilim deneyi yapılıyor ve çocuklar için gerçekten öğretici. Can da burada çok eğlendi. Gelecek olanlara bu kısmı öneririm.
Çok eğlendikten sonra çıkışta otelimize bu sefer metro (Underground) ile mi gidelim araçla mı gidelim diye sordum Can’a, metroyu tercih etti. 2 durak geçip Hyde Park Corner‘da indik. Otelimiz de metro çıkışındaydı zaten. Böylelikle Londra’da da ilk metro deneyimini yaşamış oldu.
Akşamları Baba-Oğul pub-bar kültürünü oturtumuş olabiliriz bu arada. Otelin barına oturduk. Otelin barı Hyde Park manzaralı çok keyifli bir bar. Ben bu sefer ale içmedim -ki otel pek İngiliz kültürü oteli değildi- ama Can’ın içeceği yine aynıydı, taze sıkılmış portakal suyu.
Normalde çocuk menüsünde 2 adet hamburger var. Otelin şefinden rica ettik, Can çok seviyor diye üç adet yaptılar.
İkinci gün Natural History Museum’a gittik. Etkileşimli alanlar çok azdı ama müze devasa büyüklükte. Günümüzü burada geçirdik ve yorgun bir şekilde otelimize döndük. Burası daha çok okuma yaşına gelmiş ve dünya tarihine, doğa tarihine meraklı bireyler için daha geçerli bir yer.
Üçüncü gün daha yetişkinlere yönelik bir program yaptık. Önce Madame Tussauds’a gittik. Madame Tussauds‘a bu üçüncü gidişim. İlk gidişim ortaokul 2 deydi. Atatürk’e benzemeyen bir heykel vardı. İkinci gidişim ise yüksek lisans yaptığım dönemdeydi ve rahmetli Mustafa Koç’un Atatürk heykelini beğenmeyerek değiştirmek için baskı yapması sonucunda yapılan Eskişehir belediye başkanı Yılmaz Büyükerşen’in yönetiminde tamamlanan Atatürk heykeli vardı. Can’a bu heykeli göstermeyi çok istedim ama bu sefer gittiğimde Atatürk heykeli yoktu.
Çok üzüldüm. Atatürk’ü orada görememenin ve Can’a gösterememenin bende yarattığı üzüntüyü anlatamam. Bilinsin isterim ki bizim maviye olan sevdamız, Selanik’te açılan bir çift gözle başladı.
Müze’ye geri dönersek, Marvel ve Star Wars karakterleriyle doldurulmuş ve 50 GBP giriş ücreti kesinlikle değmez. Müze içeride pek çok WOKE elementini de barındırıyor ve adeta bir IKEA gezisi gibi, sizi yönlendirerek 1 saat içinde gezdirip arkadan çıkarıyorlar. Aklı olan gitmesin.
Oradan metro ile Waterloo’ya geçtik. Can bu aşamada hatlar (Circle, Jubilee vb.) konusunda ve metronun yönü konusunda uzman olmuştu. Hangi durağa gideceğimizi ve nerede olduğumuzu söylediğimde haritadan bakıp şuradan şuraya oradan da şuraya diye cevap verebiliyordu. İngilizce okuması henüz hızlı olmadığı için de durakları okumak yerine metroya bindiğinde durak sayarak ilerliyordu. Bir baba olarak bu anları görmek müthiş bir mutluluk.
Waterloo istasyonunda inip London Eye‘a doğru yürüdük. Londra’da da bir imar yenilenmesi hakim. Uzun uzun gökdelenler dikmeye başlamışlar. Galiba Avrupa’da inşaat sektörü epey yoğun. Yeni yapılan gökdelenler arasından Thames nehri kıyısına yürüyüp London Eye’a ulaştık. Çok kalabalık değildi hemen girdik. Can için pek bir anlam ifade etmese de nehrin suyunun bulanıklığı ve pisliği üzerine konuştuk.
Oradan da Westminister Abbey’e doğru yürüyüp tekrar metro istasyonuna girdik. Can ile otele gitme pazarlıkları başlamıştı çünkü yorulmuştuk. Onu bir de Oxford street’de gezdirmek istiyordum. Metroyla Oxford Circus’a geçip biraz alışveriş yaptıktan sonra da Uber ile otelimize geçtik.
Otelde iPad’i ile oynarken yanında bulunan ve sadece İngilizce konuşabildiği birisi ile tanışıp tüm gece minecraft gösterdi.
Dönüş
Ertesi gün dönüş günüydü. Kalktık, hızlıca kahvaltımızı edip valizlerimizi hazırladık. Bizi uzun bir yolculuk bekliyordu.
Otelde zorluk çıkarttığımız tüm otel çalışanları ile vedalaşıp Stansted’e doğru yola koyulduk.
Stansted’e geldiğimizde AJet’in kabin bagajı kurallarının Pegasus’tan farklı olduğunu bilmediğimiz için 100 GBP ödeyerek bagajlarımızı uçağın altına vermek zorunda kaldık. Boarding alanında üç farklı havayolunun bagaj ölçü demirleri vardı. İkisine sığan bagajlarımız, AJet’in ölçüsüne sığmadı. Eğer AJet ile uçacaksanız iki kere düşünün.
Nihayet uçağa biniyoruz. Koltuğuma uzanıp gözlerimi kapatıyorum. Aklımda Orhan Veli, kalbimde İstanbul.
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Bir kuş çırpınıyor eteklerinde;
Alnın sıcak mı değil mi, biliyorum;
Dudakların ıslak mı değil mi, biliyorum;
Beyaz bir ay doğuyor fıstıkların arkasından
Kalbinin vuruşundan anlıyorum;
İstanbul’u dinliyorum.
Bir yanıt yazın