Dominantlık Üzerine

Baskınlığın -ya da dominantlığın- ilişki ve kişi özelinde ele alınması gereken ciddi bir konu olduğu kanısına vardım.

2024 yılı kendimi duygusal yönden de keşfe çıktığım bir yıl. Dominantlık/İtaatkârlık da bu kapsamda ele aldığım ilk konu. Dominantlık daha çok cinsel olarak algılansa da aslında düzenli olarak karşı tarafı baskılama durumu; gerek aksiyonlarına, gerek konuşmalarına, gerek eylemlerine müdahale etme hali.

Bu konuyu gözlemlediğim iki ana nokta var. Birincisi ilişki/evlilik içerisinde çiftlerden birisinin dominant olma durumu. Bu durum dominant tarafın, dominant olduğu yönde diğer tarafın geri çekilmesi ile sonuçlanıyor. Örneğin ailede her konuyu planlayan bir kadın kendi seçimlerini ortaya koyarak -ve çoğu zaman karşı tarafın önerilerini beğenmeyerek- karşı tarafı aslında bir paylaşımda olmaktan soğutuyor. Bir zaman sonra diğer taraf karar verme / müdahil olma eyleminden geri çekiliyor. Bu da dominant tarafa bir yük olarak geri dönüyor. İlk başta “kadına bak nasıl da çekip çeviriyor” olarak gözlense de ilişki üzerinde ciddi bir yükü de beraberinde getiriyor. Dominant karşı tarafın ilgisizliğinden ve bir iş yapmamasından yakınıyor, itaatkâr ise kendisine fırsat verilmemesinden, görüşlerine değer verilmemesinden ve ilişkinin bir paydaşı olarak görülmemesinden.

Bunun bir başka örneği ise paraşüt annelerde görülür. Çocukla bir aktivite yapılacağında her şeyin onların kontrollerinde olmasını isterler. Çocuğun nerede ne yapacağı, ne kadar iPad izleyebileceği, kimlerle ne kadar vakit geçireceği onların kontrolünde olsun isterler çünkü karşı tarafın “nispeten” daha farklı yaklaşımını kabullenemezler. Bu baskıcı rejim de diğer tarafın iyice sönükleşmesine, kararları sorgulanacağı için karar vermek istememesine yol açar. Nihai sonuçta ise bir taraf kaçarken bir taraf yakınır olur. Dominant, baskın olmaktan mutsuzdur, itaatkâr, itaat eden olmaktan. Bu da akabinde dominant taraf ile çocuk arasında histerik bir bağ ile sonuçlanabilir. Lakin bu konu hiç masaya yatırılmaz. Hem çocuk için en iyisini istiyoruz yani değil mi? Çocuk için en iyisini isteme kisvesi altında bu sorunlu durum doğallaştırılır ve üzeri örtülür.

Şirketlerde ise “lider” ve “yönetici” arasındaki fark da aslında bu konu temellidir. Yöneticiler sorgular, çalışana alan bırakmaz ve bazen micro-management dediğimiz konulara yönelir. Liderler ise kararı bireylere bırakır, onları güçlendirir ve geri bildirim vererek süreci iyileştirir. Liderlerde birey ön plandadır, yöneticilerde yönetici.

Bu karar verme konularındaki eşit olamama durumu ilk başlarda belli olmasa da bir sinsi yılan gibi pusuda bekler ortaya çıkacağı zamanı. Bazen çok kısa sürede, bazen çok uzun sürede. İnsan bazen hayatının bir kısmında itaatkâr olmayı tercih ederken başka bir döneminde artık dominant olmaya karar verebilir. Bu geçiş evreleri de oldukça maliyetli olabilir çünkü mevcut durumun kabullenilmiş olması -hangi sebepten olursa olsun- ve tarafların “aman sorun çıkmasın” yaklaşımı ile kuyruğunu yutmuş bir yılana dönebilir. Kaçınılmaz vuku bulduğunda ise evliliklerde boşanma, şirketlerde en iyi personelini veya ortağını kaybetme, arkadaşlıklarda arkadaşını kaybetme gibi yıkıcı sonuçları olur. Bu sonuçlar gerçekleştiğinde bile sorunun gerçek kaynağına inilmez ve gündelik ayrıntılardaki saçma detaylara anlamlar yüklenmeye çalışılır.

Sürecin bu aşamaya gelmesinde kişinin kendini keşfi önemlidir. Keza bu dominantlık güvensizliklerin bastırılması için başvurulan bir yöntemdir en temelinde. Ben bu aşamada bu olayın aşılmasının bireyin kişisel zekası ile alakalı olduğunu düşünüyorum. Çünkü zeki kişilerin kendini keşfi de çok daha çabuk oluyor hele ki keşfetmeleri gerektiği bir şey olduğunun bilincine varmışlarsa.

Zeki olduğunu düşündüğüm kişiler aynı zamanda değişime açık insanlar. Keşfetmek ve iyileştirmekten keyif alıyorlar ve yapıcı eleştiriye daima açıklar. Eğer ki geri bildirimde pozitif olacağını düşündükleri bir kısım varsa onları yavaşça denemeye başlarlar. Hem en kötü ne olabilir ki? Hayat yolda olmak, değişime açık olmak, keşfetmek demek. Diğer bir değişle; değişmeden, deneyimlemeden hayatı gerçek anlamda yaşayabilir miyiz ki?

Birey olarak net olmayı öğrendiğim iki konu var hayatta. Birincisi anlamadığım bir şey olursa konuyu durdurur ve anlayıncaya kadar -hele ki önemli bir konuysa- sorgularım. Anlamadım demek hiç ayıp bir şey değil. Hatta anlamayıp konuya devam etmek daha tehlikeli. İkincisi ise bir kişiyi tanıyamadığımda hemen “Tanıyamadım?” derim. Tanımış gibi yapıp devam etmek -ah sosyal baskılar- yine çok daha kötü bence.

İnsan sevdiği, sevmediği, istediği, istemediği konularda da net olmalı. Eğer bir dominasyon/itaat durumu varsa da bu konudaki görüşünü net belli etmeli. Çizgiyi en baştan çizmeli. Yoksa bedelin hayatımızın hangi döneminde nasıl geleceğini kestirmek çok güç.

Hayatıma hoş geldin yeni bir perspektif 🙂


Yazılar eğer ilginizi çekiyorsa aşağıya eposta adresinizi yazarak abone olabilirsiniz

Her yeni makale yayınlandığında size e-posta gönderilecektir.


Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir